TOP

Biltin Toker: Kabına Sığmayan Bir Ömür

Modern mimariye ve kent araştırmalarına katkısı hafızaların derinliklerinde gizli kalmış İstanbullu mimar ve çok yönlü entelektüel Biltin Toker’e adadığımız bu yazıda; oğlu Alaz Toker, 25 yıl sonra zamanın mührünü açıp babasının anısını ziyaret ederken, onu şekillendiren sosyal koşulları ve İstanbul’la olan çok özel ilişkisini de ustalıkla tasvir ediyor.

Segui il tuo corso, e lascia dir le genti *

İnsanlar babaları hakkında konuşmaktan hoşlanmazlar, hele ki babaları ölü ise… Paylaşılan anlar ve anılar (ister keyifli, ister acıklı, ister derin, ister yüzeysel olsun) mutlaka bir iz bırakmıştır ve o “iz”in olduğu gibi kalması istenir. Çünkü ne paylaşılmış/içselleştirilmiş mutluluklar tekrar; ne de yaşanmış olumsuzluklar telafi edilebilecektir.

Ben de benzer duygular içindeyim, daha doğrusu içindeydim. Ölümünden tam yirmi beş yıl sonra beni bulan sevgili Özgür Gezer ile babam Biltin Toker hakkında konuşmaya başladığımda zihnimde ilk anda canlanan bir sözün, uzun bir sürecin sonunda kaleme alınan böylesi bir yazının başlığını oluşturacağı hiç aklıma gelmezdi.

En üstte: Biltin Toker babası Burhanettin Toker (solda) ve oğlu Alaz Toker (sağda) ile. Üstte: 1986’da Biltin Toker tarafından İngilizce olarak yayınlanıp 136 ülkede 285 şehre dağıtılan “Spot on Istanbul"un açılış sayfaları.

YERSİZ YURTSUZLUK ÜZERİNE

Çocuklar, özellikle de oğullar için baba özeldir. Ve bu salt Freud söylediği için değil, her baba-oğul ilişkisinin “biricikliğinden” kaynaklanır. Baba-oğul ilişkisinin bir de toplumsal yönü vardır ki bu yazının asli konusu odur. Tıpkı herkesin babası gibi benim babam Biltin’i de biricik ve önemli kılan yüzlerce öznel ve burada aktarılması yersiz pekçok özelliğinin yanında; onun toplumsal ve insani bağlamda ortaya koyduğu değerlere atıfta bulunmanın çok daha yapıcı olduğu kanısındayım. Hatta babam özelinde aslında artık pek az temsilcisi hayatta kalmış bir kuşağın genel özelliklerine de değinerek, bize ve bizden sonrakilere müphem de olsa onlardan bir “iz sunabilme” aracılığını üstleniyorum; buna mecbur olduğumu hissediyorum.

Bir insan hem yersiz yurtsuz, hem de bir o kadar bir mekana/kente bağlı olabilir mi? Veya -son derece klasik bir deyişle- insanın “doğduğu” yer mi belirleyicidir yoksa “doyduğu” yer mi? Her zaman için farklı bir pencereden bakan Biltin, bu soruyu “yaşadığı” yer olarak yanıtlardı. İnsanı yaşadığı yer şekillendirir ama insan da yaşadığı yeri şekillendirir. O nedenle semt/kent/ülke isimlerinin önemi hem vardır, hem de yoktur. Başka bir deyişle; Biltin’in anne tarafından yedi kuşak İstanbullu olması, aile bireylerinin hem İmparatorluk hem de Cumhuriyet dönemlerinde kah entelektüel, kah hariciyeci, kah hekim olarak önemli görevlerde bulunup daima göz önünde olmaları, şehirle hatırı sayılır manevi bir bağ kurmasında etkili olduysa da; daha mütevazı baba tarafının memuriyetten ötürü Anadolu’da yaşadığı göçebe hayatın neticesinde -1910’larda “Büyük Savaş” ve “Tehcir”in de etkileriyle- Burhanettin Toker** hariç tüm ailenin bir anda fani dünyadan göçüp gitmesi de bir o kadar hayatındaki yersiz-yurtsuzluğun etkisine işaret ediyor.

Köklü bir İstanbul ailesinin, iyi eğitim görmüş, görgülü, becerikli, gustosu olan, zeki, genç ve güzel kızı ile hayatta tek başına ulaştığı her pozisyona tırnakları ile kazıyarak gelmiş, çalışkan, disiplinli ve mesleğinde gelecekle ilgili idealleri olan genç bir doktor bir araya gelirse ne olabilirse o oluyor ve Biltin Toker doğuyor -tam da İkinci Dünya Savaşı arefesinde, 12 Kasım 1937’de…

O dönem benzer sosyal statüdeki tüm İstanbullu ailelerde olduğu gibi, Biltin’in de mümkün olan en iyi şekilde büyümesi/yetişmesi/eğitilmesi için azami derecede çaba sarf ediliyor. Bağlamından koparılıp bugünkü perspektiften bakıldığında garip, anlamsız, zorlama, salt varsıllık göstergesi olarak algılanabilecek ama o dönem için son derece doğal olduğu üzere; çok küçük yaşlardan itibaren Fransız ve Rus mürebbiyeler eşliğinde büyütülerek adeta çokkültürlülüğe gözünü açmak, ortaokulu bitirdiğinde beş dile ana dili gibi hakim olarak dünya klasiklerinin tamamına vakıf olmak, piyano çalmak, eskrim yapmak, yemek pişirmek (çok iyi bir gurme idi) gibi pek çok faaliyette bulunması ve belki de en önemlisi o dönemin entelijansiyası ile iç içe olması -ailesinin Biltin için yaptığı ve belki de kendisinin o dönemde ciddi anlamda ayırdına varamadığı- en önemli altyapı yatırımlarıydı.

YENİ UFUKLAR: OXFORD’DAN KALİFORNİYA’YA

Evdeki bu altyapıyı sağlamlaştırmasına olanak tanıyan ilk kurum EHB (English High School for Boys – şimdiki Nişantaşı Anadolu Lisesi) ise, bunu sınıfsal bir temele oturtup perçinlemesini sağlayan da mimari okumak için gittiği İngiltere’de geçirdiği yıllardı. Bir kişi her ne kadar kıvrak bir zekaya ve farklı bir öngörüye sahip olsa, son derece saygın bir aileden gelse, aldığı eğitim ve entelektüel donanım ne denli kapsayıcı olsa, hatta tüm felsefi/edebi/siyasi külliyata hakim olsa dahi; bunları sınıfsal bir temele oturtarak, doğru yerde, doğru zamanda, doğru amaçlar ve doğru insanlar uğruna kullanmaktan imtina ediyor -hatta karşı safta yer alıyor- ise tüm bu birikimin aslında tarihsel süreçte hiçbir anlam taşımayacağının ayırdına varıyordu. Öyle ki tam da bu noktada kimsenin boyunduruğu altına girmeme ve bağımsızlığını koruma adına baba mesleğine dahi hayır diyebilecek derecede radikal bir adım atıyor ve farklı sulara yelken açıyordu.

Günümüzde “çok satanlar” raflarında hep en üst sıralarda yer alan ve bireyleri deli dana gibi peşinden sürükleyen kişisel gelişim kitaplarının en büyük açmazı; kişinin sadece kendini (ruhunu ve bedenini) esenliğe kavuşturarak mutluluğa ulaşacağı sanrısını mütemadiyen pompalamasıdır. Kentte yaşayıp da onun nimetlerinden faydalan(a)mayan bireylerin bilinçli ya da bilinçsiz olarak atmaya çalıştığı ama atamadığı çığlıkların bir bulamaç olarak önümüze sürülmesidir. Kurtarıcı, iyileştirici hatta semptomatik bir etkisi dahi yoktur bu kitapların, seansların, video konferansların… Kişi ne zaman ki ayırdına ve hazzına varır yalnız olmamanın, paylaşmanın… Derdi/tasayı/ hastalığı/ mutsuzluğu/ umutsuzluğu ve eşzamanlı olarak mutluluğu/ huzuru/umudu/mücadeleyi ve aşkı… İşte o zaman atar ilk, küçük gibi gözüken ama koskocaman adımı… Kimisi çok genç yaşında atar bu adımı, akabinde koşmaya başlar bir tay misali; kimisi asil atların akrabasıyım der gibi geç yaşlarda başlar tırısa kalkmaya;, kimisi de geçirir bir ömrü ah’lar, of’lar, yok’lar, bahane, şikayet ve öfke nöbetleriyle… Hem kendisine hem de etrafındakilere zehir ederek hayatı…

Yukarıda saydığım ilk gruba giren Biltin’in, yurda dönmeden önce İngiltere (Oxford/Londra) ve ABD’de (Berkeley/Kaliforniya) eşzamanlı olarak geçirdiği onbeş yıl boyunca yaptıklarını burada yazmaya sayfa yetmez ki bunlar zaten bu yazının konusu da değil. Ancak çok büyük bir açık yüreklilikle ve elden geldiğince objektif olarak şunu söyleyebilirim ki Biltin bu süreç boyunca pek az kişinin yapabileceği bir ustalıkla hiçbir zorlama olmaksızın, olayların doğal akışı içinde, disiplinler arasında bir arı gibi çalışıp, bir tırtıl gibi kozasını örüp, bir çağlayan gibi sağlam ve kendinden emin bir şekilde taviz vermeksizin gürül gürül akmıştır.

İsim babası olduğu, daha o dönemde (1960) ortaya koyduğu tasarım ve söylemlerle bir anda dönemin kurulu düzeninin tüm şimşeklerini üzerine çeken PAM (Progressive Architecture Movement) adlı mimari oluşumun ekmeği yirmi beş yıl sonrasında Zaha Hadid tarafından yenilen, London School of Film Technique’de (yine kurucusu olduğu Meanwhile dergisinin provokatif popülerliği sayesinde!) Alfred Hitchcock’tan Fritz Lang’a pekçok efsanevi film yönetmeniyle workshop’lar gerçekleştiren, biraz kader biraz da arkadaşlarının zorlaması eseri Londra’da St. Paul Katedrali’nde aynı gün içinde hem Handel hem de Schönberg’in eserlerini orkestra şefi olarak idare eden, Kaliforniya’da kütüphaneden Karl Marx’ın Kapital’ini ödünç alması ve fikirdaşlarıyla toplantılar yapmasını müteakip evine dinleme aletleri yerleştirilen, seyyar satıcı kılığındaki FBI ajanları tarafından aylarca takip ve tacize maruz kalıp sonunda sınır dışı edilen, Londra’da geçirilen birkaç yılın ardından yetmişlerin başında nihai olarak yurda dönüş yaparak İstanbul’a yerleşen bir kişi hakkında bir paragrafta daha fazla ne söylenebilir ki?

Istanbul Guide Book
At the top: The front cover of "Spot on Istanbul" city guide features British-Turkish actress Suna Yıldızoğlu with a Janissary soldier in front of the Molla Zeyrek Mosque -former Byzantine Pantocrator Church. Above: The contents page of the encyclopedic work of Biltin Toker titled "Spot on Istanbul".

İSTANBUL İLE BİTMEYEN AŞK HİKAYESİ

Peki Biltin Toker İstanbul’a döndükten sonra başlıca ilgi alanlarından olan sinema-film-müzik eleştirileri yazmak, kendi kriterlerine uyan mimari projelerde yer almak ve hayatının aşkıyla evlenip çocuk sahibi olmaktan başka ne yaptı?
Tam da bu yazının konusu olan kısma gelmiş oluyoruz:. Biltin Toker ve İstanbul. Her meslekte olan çıraklık-kalfalık-ustalık üçlemesinin kanımca o anda ikinci aşamasında bulunan Biltin, on yıl boyunca adeta bir “flaneur” edasıyla gözlemlemeye; aynı zamanda mütemadiyen üretmeye ve değiştirip/dönüştürmeye devam etti. Sonuçta ortaya 1986 tarihli Spot on Istanbul’un dördüncü ve sonuncu versiyonu çıktı. Spot on Istanbul’u nasıl tanımlayabilirdiniz ki? İngilizce yazılmış, pek çok maddeden oluşan, A’dan Z’ye bir İstanbul Rehberi demek geliyor ilk başta insanın içinden ama o harikulade eseri bir anda o kadar derinlikten yoksun hale getirdiği için bu benzetmeden de uzak durmayı yeğliyorum. Belki de A harfine bakıldığında Ayakkabıcı Abdullah’ın aslında Beyrutlu çok zengin ayakkabıcı bir Süryani ailenin torunu olduğu ama aile zorunlu olarak İstanbul’a göçüp, ilerleyen yıllarda maddi açıdan durumu kötülediğinde herkes bir şekilde el ayak çekince zorunluluktan ayakkabı boyacılığına başladığı, ancak baba evinin bulunduğu Beyoğlu’ndaki xx sokağının köşesinden hiç kopamadığı, kırk yılı aşkın süredir son derece mütevazı ve entelektüel kişiliğiyle tüm bölge esnafı ve mahalle sakinleri tarafından el üstünde tutulduğu, gündüzleri xx sokağının başında, akşam altıdan sonra ise yine aynı sokakta otuz metre ileride sağ taraftaki xxx meyhanesinde bulunabileceği, iki tek rakı atıp sohbet edebileceği misafirlerin varlığından daima çok zevk alacağı gibi bilgilerin, Abdullah’ın boyacı tezgahındaki güleç bir fotoğrafının da paylaşıldığı sekizde bir sayfalık bir madde ile açıldığını ve bunun yaklaşık yedi yüz sayfa boyunca Z’ye kadar, akla hayale gelmeyecek her türlü konu başlığı / kişi / kurum vb. ile dalga dalga çeşitlendirildiğini düşündüğünüzde, hem niceliksel hem de niteliksel olarak tahayyül edilmesi güç zenginlikte bir hazine ile karşı karşıya olduğunuzun bilincine varıyorsunuz.

Spot on Istanbul; sadece ustaca sözcük oyunlarıyla bezenmiş, içinde ilginç öyküler barındıran, kent kimliğine tutulmuş bir ayna veya evvel ezel, statik bir şekilde var olacağına inanılan dokunulmazları nostaljik bir şekilde, muhafazakar bir bakış açısıyla kutsayan bir kitap değildir. Olsa olsa C. G. Jung’un “kolektif bilinçdışı”nın içeriğini oluşturan “arketipleri”nin o dönemin İstanbul’undaki toplumsal-ekonomik-siyasal yaşantısının izdüşümleri olarak görülebilir ki, bence bu son derece de yerinde bir değerlendirme olur.

İstanbullu mimar ve çok yönlü entelektüel Biltin Toker'in anısına.

KAYBOLAN BİR JENERASYONDAN KALANLAR

Biltin Toker, “Ustalık Dönemi” eseri olan 1986 basımı Spot On Istanbul’dan sonra ne yazık ki sadece on yıl daha yaşadı ve henüz 59 yaşındayken, 26 Ekim 1996’da, tıpkı babası Burhaneddin Toker gibi kalp krizinden vefat etti. Dostu Nurettin Sözen’in 1989 seçim kampanyasını en ince ayrıntısına kadar organize edip, dönemin yasayı/hukuku hiçe sayarak kent rantını sermayeye peşkeş çeken Talancı yerel yönetimine karşı kazandığı zafer başta olmak üzere; MSÜ’de (şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) Şehir ve Bölge Planlama Kürsüsü’nde verdiği uzun soluklu ve öğrencileri tarafından hala “emsalsiz” olarak nitelendirilen “Kentbilim” dersleri ile Aralık 1996’da kente dair açık bir platform olarak Galata’da açılışına hazırlandığı, farklı disiplinlerden öncüleri bir araya getiren ve ortak kaygılar ile çözümlerin hem teorik olarak dillendirildiği, hem de somut eylem planlarının hayata geçirildiği “Kent Dinamikleri Enstitüsü”, hayatının son on yılının başlıca çalışmalarıydı.

Cemal Süreya’nın dediği gibi belki “Her ölüm erken ölüm” idi ama babamın gerek cenazesinde gerekse sonrasında başsağlığına gelen -çoğunu tanımadığım- pek çok kişinin hayatına dokunmuş olduğunu öğrenmek (gençlere devasa kütüphanesini bırakmak ve lise/üniversite bursu sunmaktan tutun da, mahalledeki gereksinim sahibi kişilere maddi destek ve sosyal imkan sunmaya kadar) bu dizeyi daha da anlamlı kılıyordu.

Tabii ki bugün için 19. veya 20. yüzyılın “flaneur”ünden söz etmek mümkün değil; dijitalleşen ve -hele ki şu pandemi deneyimi sonrasında- iyiden iyiye herşeyin elimizin altında olduğu bu çağda belki flaneur de farklı bir noktaya evrildi/evriliyor. Evden adımını dahi atmadan sokakları arşınlıyor, müzeleri geziyor, meyhanelerde feneri söndürüyor, insanları gözlemliyor. Belki de baskı ve kurallara karşı çıkma amacıyla takınılan tüm o vurdumduymaz ve benmerkezci üslup, bugün için hala bir direnme noktası/kurtuluş yakası özelliği de barındırıyor olabilir… Kimbilir…

Elbette ki mücadeleye devam edeceğiz, hem de bireysel olanı toplumsal olan ile harmanlayarak. Ancak bugünün dünyasında (ki kısa/orta vadeli gelecek pek parlak gözükmüyor) bu nasıl olacak, gerçekten bir soru işareti… Zaten kent ortamında kendine, çevresine ve en nihayetinde kaçınılmaz olarak topluma yabancılaşan birey bu kısır döngüden nasıl kurtulacak? Cevabı basit: Önce kendisi kurtulmayı isteyecek! Ve bu öyle her sabah kalkıp, süslenip/püslenip, Instagram’da story paylaşıp kısmetini bekleyen genç kız veya bilgisayar başında surf yapıp, iki satır karalayıp silen, elinde kadehi ile akşamdan sabaha ilham gelmesini bekleyen şair misali olmayacak. Derinden ve yavaş, sistemli, sabırlı ve ciddi…

Tıpkı Nazım Hikmet’in “Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin… Hem de öyle çocuklara kalır filan diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani ağır bastığından! … Yani nasıl ve nerede olursak olalım, hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak!” dediği ama ondan dokuz yüz yıl önce Ömer Hayyam’ın şu tezata da haklı olarak dikkat çektiği gibi: “Ben olmayınca bu güller yok, ben olmayınca bu serviler yok, kızıl kızıl dudaklar yok, mis kokulu şaraplar yok… Sabahlar, akşamlar yok, sevinçler, tasalar yok, ben düşündükçe var dünya; ben yok o da yok!”

28.01.2021, Saat:16.34
Amançiç Apartmanı, Galata

* Sen kendi yolundan git; bırak diğerleri ne derlerse desinler. – Marx’ın, Dante Alighieri’nin İlahi Komedya’daki ünlü sözünün, Kapital’in açılışında yer verdiği versiyonu.
** Ord. Prof. Dr. Burhanettin Toker; Biltin Toker’in babası, Alaz Toker’in dedesi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi II. Cerrahi Kliniği’nin kurucusu.

Yorum yazın