TOP

Eylem Kaftan: Belgeselden Kurmacaya Bir Kuantum Sıçraması

Dünyamızın daha fazla kadın hikayelerine ihtiyaç duyduğu kesin! Yönetmen Eylem Kaftan ile belgeselden kurmacaya doğru yaptığı “kuantum” sıçramasını, bir doğaya dönüş mücadelesini anlatan son filmi Kovan’ı ve tabii ki anlatılmak için toprak altında bekleyen kadın hikayelerini konuştuk.

“Beynimizde yansıtma kabiliyeti olan ayna nöronları var. İnsanlar bize hikayelerini anlattığı zaman, onlar gibi hissetmemizi sağlıyor. Sinema ya da diğer görsel sanatlar ise ayna nöronlarını en fazla çalıştıran kültürel ifade biçimleri.”

1990’lı yılların ortalarıydı sanırım. Aynı çatı katını paylaşan iki üniversite öğrencisiydik senle. BÜSK’te (Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü) film gösterimleri düzenlerdik; Görüntü adlı bir sinema dergisi çıkarırdık. Sonra sen, yine o sinema kulübünden yolu geçen yönetmen Emin Alper ve yapımcı Yamaç Okur gibi sinemayı seçtin. Ben ise başka yoldan gittim. Görsel hikayeler anlatman gerektiğini ilk ne zaman anladın?
Aslında görsel hikayeler anlatmayı ben seçmedim gibi geliyor. Görsel hikayeler benim onları anlatmamı seçti. Sinema içimde bir alevdi ve onu bir ateşe çevirmeye cesaretim yoktu. Senle aynı çatıyı paylaştığımız yıllarda henüz tutkulu bir sinefil olarak, çok fazla film izleyip o filmleri değerlendirip üzerine sayfalarca yazı yazan, sinemaya daha teorik çerçeveden bakan biriydim. Genç ve tecrübesizdim. Mezun olduğum sıralar, 1998’de Bilgi Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı açılmıştı. Hiç unutmuyorum, Selim Eyüboğlu “Böyle bir bölüm açılıyor. Gel, başvur,” demişti. Beni burslu olarak aldılar ve öğretim asistanı olarak çalıştım. Barış Pirhasan’ın dersinde ufak bir belgesel çekmiştik. Bunlar benim ilk denemelerimdi. Sonra, Kanada’da bilim felsefesi doktorası yapmak için programları araştırırken, tesadüfen kendimi York Üniversitesi film ve video departmanının önünde buldum. İçeri girip bölüm başkanı ile konuşup, “Başvursam alır mısınız?” diye sormam; onların da “Denemeye değer,” diye cesaretlendirmesiyle o yola girdim. 1999’da Kanada’da master yaparken, çocukluğumun geçtiği İzmit Körfezi, Yalova ve Çınarcık bölgesinde depremin gerçekleşmesiyle, “Bunu bir şeye çevirmeliyim,” duygusu bende uyandı. Ruhsal olarak çok etkilendim. Bizim evin arkasındaki 10 katlı binada bütün bir aile yok olmuştu. Enkazların altında hala cesetler vardı. Çok şükür, bizim yakınlarımıza bir şey olmamıştı ama tanıdığımız insanlardan çok kayıplar yaşanmıştı. Biraz da şuursuzca elime kamerayı alıp bir şeyler çekmeye başladım. Faultlines adıyla 2002’de tamamladığım bu deprem belgeselinin daha sonra Kanada’da ödüller alması beni cesaretlendirdi.

DİŞİ SOYUMUZUN ANLATILMAYI BEKLEYEN HİKAYELERİ

Seni uluslar arası festivallere ilk taşıyan belgeselin İsmi Güzide (Vendetta Song) ise tam bir kadın hikayesiydi. Dünyamızın daha fazla kadın hikayeleri duymaya mı ihtiyacı var?
O dönemde Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı okuyordum. Yazarı Clarissa Pinkola Estés, birçok coğrafyadan masallar ve hikayeleri bir araya getirmişti. Çok güzel bir kitaptı. Atalarımızın, veya “ataerkil” kelimeleri bir kenara bırakırsak, analarımızın, anneannelerimizin, dişi soyumuzun toprağın altındaki kemiklerinde bir hikaye, ruhsal bir güç olduğundan bahsediyordu. Bunu “an indistructable life-force” (yokedilemez bir yaşam enerjisi) olarak tarif ediyordu. O dönemde halamla ilgili bir hikaye çok aklıma takılmıştı. Diyarbakır’da seneler önce öldürülmüş. Cinayetin faili bulunamamış. Hiçbir fotoğrafı çekilmemiş. Nüfusa kaydı yapılmamış. Mezar taşı bile olmamış. Bu kadının hikayesi bana çok dokunuyordu. Onun yaşadığı coğrafyayı hayal ediyordum. Bir fotoğraf vardı. Ben çok küçükken Diyarbakır’a gitmişiz; tepe üstünde bir mezarlıkta, onun taşlardan oluşan mezarının etrafında toplanmışız. O fotoğrafı da içine koyup, “Kayıp Kemikler” adlı bir hikaye yazmıştım. Daha sonra benim oraya gitmem, filmi çekmek için fon kuruluşlarına ve televizyonlara başvurmam, yapımcıları bulmamla beraber soluk bir fotoğraftan yola çıkan hikaye, büyük bir belgesel prodüksiyonuna dönüştü…

Anlatılmak için bekleyen hikayeyi kazı çalışmasıyla ortaya çıkardın diyebilir miyiz?
Kesinlikle! Yakın zaman önce okuduğum bir şeydi: Ölüler hikayelerinin anlatılmasını isterler. Ben bir şey yapmıyorum aslında. Bir kanal oluyorum. Son günlerde bana çok soruluyor, “Yönetmenin görevi nedir?” diye. Ayna tutmak veya yansıtmak. Benim ruhumun aynasında yansıyan şeyi hayal edip, büyütüp bir şeye dönüştürüyorum. Bir tür simyacılık belki de.

TÜRKİYE FUTBOL TARİHİNDEN SUFİZME BELGESELLER

Bir belgeselci olarak ilgi alanların çok çeşitli. Futboldan “hop!” diye sufizme sıçrayabiliyorsun. Bu pek rastlanan bir özellik değil. Böyle her şeyi merak eder misin? Anlatmayı seçtiğin hikayelerde ortak bir yön var mı? Tam olarak neyin peşindesin?
Evet, çok meraklı bir insanım, ama her şeyi merak ettiğim doğru değil. Bazı şeyler hiç ilgimi çekmiyor. Daha çok insan hikayeleri beni çekiyor. Futboldan sufizme çok alakasız konular gibi görünse de hepsinde ortak bir yön veya ruh var aslında. O ruhu var ederken, ben kendi ruhumla da tanışıyorum.

Bu iki filmden kısaca bahsedebilir miyiz? Biri popüler kültür, diğeri daha ruhani bir yol üzerine. Ne öğrendin bu hikayelerden?

İlk belgeselin adı Aşk ve Ceza Sahası (Passion and the Penalty). Al Jazeerah World’de yayınlandı. Aslında Alex de Souza ile ilgili bir belgesel yapacakken, Fenerbahçe şike olaylarının patlak vermesiyle belgesel başka bir yere dümen kırdı ve kapsamı genişledi: 1800’lerin sonunda Abdülhamit döneminde yasaklanan, futbolcuları gözaltına alınan ve Fenerbahçe’nin de temelini oluşturan “Siyah Çoraplılar” takımından başlayarak, şike olaylarının patlak verdiği 2011 yılına kadar Türk futbolunun izini sürdüm. Bunu yaparken de çok eğlendim!

Taraftar bayağı saygı duymuştur herhalde, futbolla ilgilenen bir kadın yönetmen olarak sana…
Doğru söylüyorsun. “Senden çok iyi futbol gazetecisi olur,” dediler. O dönem nasıldım biliyor musun? Sadece futbol üzerine okuyordum. Bir yandan gündelik dergileri, gazeteleri takip ediyordum: Hangi futbolcu, ne kadara transfer edilmiş. Bunlar çok önemlidir ya futbol muhabbetlerinde! Teknik direktörlerle ilgili eleştirileri, maç yorumlarını takip ediyordum ama bir yandan da evrensel futbol kültürüyle ilgili çok fazla kitap okuyordum. Çok güzel insanlar, beyefendiler ve hanımefendiler ile konuşuyordum. İnsanların fazla hobileri ve yaşam amaçlarının olmadığı bizim gibi coğrafyalarda, futbol çok büyük bir tutkunun kökeni. Aslında ben futbolun arkasındaki insana baktım. Onun kalbinde neler oluyor? Niye on binlerce kişi bir araya toplanmış, bu kadar büyük bir sevdanın peşindeler? Trabzonspor’un bir Şampiyonlar Ligi maçındaki ender kadınlardan biriydim. Binlerce erkeğin arasına girip yine de kendimi güvende hissetmiştim. Orada sokakta karşılaştığım bir adama, “Niye buradasınız? Niye bu kadar bunun peşindesiniz?” diye sorduğumda, gözleri dolarak bana, “Başka bir şey yok ki hayatımda bundan başka. İnandığım başka hiçbir şey yok ki!” demesi bana dokunmuştu mesela.

Beşiktaşlılığı araştırdığımda da o mahalle kültürü ve abi – kardeş ilişkisinin birçokları için aynı zamanda bir “okul”, her ne kadar biz eleştirsek de, erkek olmayı öğrendiği bir sosyalleşme alanı olduğunu gördüm. Yapı Kredi’nin arşivlerini haftalarca taramıştım. Fötr şapkaları ve takım elbiseleriyle İnönü stadına giden taraftarın o beyefendiliğini, duyduğu saygıyı ve aşkı gösteren siyah beyaz anlar beni etkilemişti.

Sufizm üzerine yaptığım Ruhumdaki Boşluk belgeseli ise 2015 yılındaydı. O da Amerikalı, Rus ve İsrailli -farklı coğrafyalardan ve kültürlerden gelmiş- üç sufinin ruhani yolculuğunun hikayesiydi. Çok samimi bir şekilde kalplerini bana açtılar. Yaşadıkları inanç kırılmaları sonucunda nihayet yakaladıkları huzur ve “kendini evinde hissetme” duygusunun izini sürdüm. İsrail’de yaşayan müzisyen bir genç kadın olan Lilah Segev sayesinde Yafa’daki bir dergahta ilk semamı yaptım. Bir hafta İsrail’de kalıp onu takip ettim. Birlikte Mescid-i Aksa’ya girmeye çalıştık ama o her ne kadar Sufi olduğunu söylese de içeri alınmadık. İsrailli birinin oraya girmesine sıcak bakmadılar. Belgeselde ayrıca yarı Amerikalı yarı Türk olan Cem Aydoğdu vardı. O da çok farklı dinlerle büyümüş ve bir noktada ateist olmaya karar vermiş. Sonra bir gece İran’da sabahlarken gündoğumunu izliyor ve “orkestranın senfoniye başlaması gibi” diye bana tarif ettiği bu andan çok etkileniyor. “Yok, bunların arkasında bir yaratıcı var,” deyip gözyaşlarıyla inancının sağlamlaştığı bu anı, bana Süleymaniye Camii’nde gün doğarken, yine gözyaşları içinde anlattı. İnsanların iç dünyalarındaki, kalplerindeki, kimseye dillendiremedikleri o duyguların peşine düşüyorum genelde.

Peki bu güveni nasıl sağlıyorsun? Biraz zor bir şey, insanların iç dünyasına girmek ve en mahrem yanlarını sana açmaları.
Sanırım doğal “terapötik” (sağaltıcı, tedavi edici) becerilerim var. Hep doğallığında bende olan bir şeydi. Ben çok çabuk kendimi açan biriyim. Yeni tanıştığım birine bir anda çok mahrem bir şey anlatırken kendimi bulabilirim. İnsanlar bunun için bana güveniyorlar.

SİNEMA AYNA NÖRONLARIMIZI ÇALIŞTIRIYOR

Kadir Has’ta ve Bilgi Üniversitesi’nde sinema konulu dersler verdin. Yaşadıklarından süzdüğün ve öğrencilerinin kulağına küpe etmeyi istediğin şeyler neler?
Bir kapsülde vermek keşke mümkün olabilse… Ben her şeyden önce onlara “tutku hapı”nı vermek isterdim. Pek çok genç tutkusuzluk ve coşkusuzluktan mustarip gibi geliyor bana. Onları ruhsuzluk boyutuna gelecek kadar meraksız ve ilgisiz görüyorum. Tabii ki öyle olmayan da çok ama… Tutku ve coşku duyduğun şeyi yaptığında, bu seni hiç yormuyor. Sevgilinle birlikteyken yorulur musun? Aşık olduğun kişi sana enerji verir; seni iyileştirir, yükseltir. O duyguyu verebilmek isterdim; çünkü gerisi zaten gelir. Öncelikle bir sinefil olmak lazım. Film izlemek lazım. Hangi yönetmenler hangi filmleri yapıyor?

Orijinallik adına başkalarının ne yaptığına bakmamayı tercih eden yönetmen ve yazarlar da yok mu?
Öyle bir yönetmen var mı dünyada, bilmiyorum… Benim tanıdığım bütün yönetmenler sinema tarihine hakimdir. Ustalara saygı duyarlar. Ne kadar çok film izlersen izle; ne kadar yönetmen tanırsan tanı, sen yine özgün olabilirsin. Bence bu, büyük bir saygı.

Kuşaklar arası bir diyalog gibi sanki…
Bazen, bazı ölüleri birçok arkadaşımdan daha yakın hissediyorum kendime. Tarkovski’nin günlüklerini (Zaman Zaman İçinde) okuduğumda, kimseyle yakın bağ kuramıyorum duygusuna kapıldığım olmuştu. Sadece bir sinemacının anlayabileceği acıları, verilen mücadeleyi ve emeği, yaşanan kaygı ve korkuları o kadar samimi bir şekilde anlatmıştı ki… Sadece filmleri izlemekle kalmayıp, yönetmenlerin hayatlarına da bakmalı insanlar. Hangi mücadeleleri vermişler? Neler yaşamışlar? Gözlerini kulaklarını açıp insanları gözlemlemeliler. Bütün mesele, ayna nöronlarını çalıştırmakta. İşte o zaman empati kuruyorsun ve hikayeler oluşmaya başlıyor.

Ayna nöronları mı?
Beynimizde yansıtma kabiliyeti olan ayna nöronları var. İnsanlar bize hikayelerini anlattığı zaman, onlar gibi hissetmemizi sağlıyor. Sinema ya da diğer görsel sanatlar ise ayna nöronlarını en fazla çalıştıran kültürel ifade biçimleri.

Psikoloji ile sinemanın kesiştiği noktadan bahsediyorsun…
Son dönemde psikolojiyle çok ilgiliyim. Felsefe mezunuyum biliyorsun. Felsefe, benim zihinsel dünyamın üzerinde yükseldiği dizge olabilir ama son dönemde psikolojiye yoğunlaştım. Geçenlerde bir röportajda yönetmenin toplumsal görevi ne diye sorulduğunda şöyle dedim: “Bir şifacıdır, terapisttir…” O kadar büyük bir özdeşleşme sağlıyoruz ki izlediğimiz karakterler ve hikayelerle, o müthiş bir sağaltım oluyor ve bir katarsis yaşatıyor.

KOVAN: ŞEHİRLİ İNSANIN TERSİNE GÖÇ HİKAYESİ

Biraz da son dönem işlerinden bahsedelim mi? 2020’de ilk konulu filmin Kovan gösterime girdi. Belgeselden kurmacaya geçmek nasıl bir şey? Bir nevi kuantum sıçraması mı?
Hoşuma gitti kuantum sıçraması! Neyi kastediyorsun tam olarak?

Vallahi, o kadar fizik bilgim yok ama benim anladığım kadarıyla, koşulların mikro düzeyde olgunlaşmasıyla, 1 artı 1’in 2’den fazla eder hale gelmesi.
Çok güzel açıkladın, bravo! Bende de tam olarak böyle bir şey oldu çünkü yapmadıkça, neler yapabileceğini anlayamıyorsun. Her zaman bildiklerin, yaptıklarından daha fazla ama yapınca bir sıçrama gerçekleşiyor ve daha önce hiç sahip olmadığın becerilere kavuşuyorsun. Ben de daha önceden hayata “belgesel” tarafından bakıyordum.

Kovan ne anlatıyor? Evrensel bir hikaye mi?
Büyük şehirlerde yaşayan, eğitimli, düşünen, kariyer sahibi insanın şehirde çeşitli nedenlerden ötürü bunalıp, “Başka bir hayat mümkün!” diyerek doğaya dönme çabasını, projesini anlatıyor. Kesinlikle evrensel bir hikaye, çünkü dünya nüfusunun çoğunluğu metrekareye bir-iki insanın düştüğü şehirlerde yaşıyor. Çiftçilik gittikçe terk ediliyor; tarım küçümsenen bir meslek haline geliyor. Gençler babaları gibi çiftçi olmaktansa gidip inşaatta, madende çalışmayı; şehirde üçüncü sınıf vatandaş olmayı tercih ediyor. Şimdi ise daha eğitimli şehirli insanlar arasında bir “tersine göç” var. Kovan bunu anlatıyor: Bu insanlar ne yaşıyor? Doğada mutlu olabiliyorlar mı? Aradıklarını bulabiliyorlar mı? Bir arıcı kadının mücadelesi ve Karadeniz insanının ayılarla karşılaşması üzerinden Kovan’ın senaryosunu yazdım. Bugün de hikaye hiç olmadığı kadar önem kazandı, çünkü pandemi yüzünden şehirde yaşamak anlamsızlaşmaya başladı. Bir kafeye, restorana gidemedikten; kalabalığa karışınca anksiyete hissettikten; her şeyi Zoom üzerinden yaptıktan sonra şehir hayatının anlamı ne?

Oyuncularla ilgili de bir sorum var. Biliyorsun, Whats Up Mags İspanyolca olarak da yayınlanıyor. Latin Amerikalı okurlarımızın Kovan’ı özellikle seveceğini tahmin ediyorum, çünkü başrollerde Latin Amerika’nın Türk dizilerinden çok iyi tanıdığı iki isim var: Meryem Uzerli ile Feyyaz Duman. Nasıl bir performans çıkardılar sana göre?
Çok memnunum ikisinden de. Birbiriyle kimyaları da uydu. Şehirden doğaya dönmüş iki yalnız ve kayıp insanın, Artvin’in çetin doğa koşullarında birbirlerinde bir yuva bulduğu; aynı zamanda arka planda ironik olayların da aktığı bir hikayeyi canlandırdılar. Bence tatlı bir ikili oldular. Başlangıçta, ünlü oyuncularla çalışmak aklımda yoktu. Tabii Feyyaz, “celebrity” kategorisinden ziyade daha sanatsal, iddialı filmlerde oynamış, ödüller almış, saygı duyduğum, sinemacı zevkine ve kafasına güvendiğim bir arkadaşımdı. Meryem’i tanımıyordum ama tanışınca çok sevdim! Daha ticari ve “mainstream” bir dünyadan geldiği için önyargılıydım, ama ne kadar duru ve samimi bir insan olduğunu görünce çok güzel bir arkadaş kazanmış oldum. Hayatımın sonuna kadar da inşallah onunla güzel projeler yapmak isterim. Çok komplekssiz ve pozitifti; hiç replik unutmadı; yüzde yüz kendini adamıştı. Onlar açısından da enteresan bir tecrübe oldu. Dağın tepesinde, zor koşullar altında, doğanın gizemi ve büyüleyiciliğini anlatan bir hikayenin parçası oldular. Bir ay kampta gibiydik. Bizi sakinleştirdi ve iyi hissettirdi.

SIRADAKİ YİNE BİR KADIN HİKAYESİ

Sanırım film, duygusunu seyirciye geçirmekte de başarılı oldu; çünkü festivallerden birtakım ödüllerle döndü ve son olarak 78. Golden Globe ödüllerinde Yabancı Dilde Filmler kategorisinde yarışmak üzere aday adayı oldu. Festivaller ve ödüller senin için ne ifade ediyor?
Filmlerimiz ticari bir motivasyonla yapılmıyor ve kendilerine ifade alanı buldukları yerler, dünya festivalleri. Ne kadar önemsemiyoruz desek de ödüller filmin daha da duyulmasını ve onurlandırılmasını sağlıyor. Festivalleri seviyorum, çünkü normal koşullarda göremeyeceğin, daha özgün ve özgür anlatımlı filmlerle, çok değişik kafalarla karşılaşıyorsun! O dünyanın da kendi içinde kuralları ve bir piyasası var. Masum olan tarafları var; masum olmayan tarafları var. Arkalarında çok farklı lobiler ve network’ler var. Ben yine de çok güzel şeyler öğrendim bu süreçte. Festivallerde filmin farklı coğrafyaların ve kültürlerin izleyicisiyle buluşması en büyük ödül! Yurt içinde Mardin’de, Diyarbakır’da, Kayseri’de; yurt dışında ise Madrid’de, Zürih’te, New York’ta ve Hong Kong’daki izleyiciden çok farklı yansımalar ve sorular geliyor. Golden Globe’a gelince, dünyadan 100’e yakın submission var; biz de o listedeyiz. Hepsi önemli festivallerde açılmış filmler. Çok büyük ustalarla adımın aynı listede olması ve o listedeki 30 küsur kadın yönetmenden biri olmak benim için çok büyük bir gurur.

Şimdi yine bir uzun metraj üzerinde çalışıyorsun. Senden bir “asansör sunumu” yapar gibi yeni filmini özetlemeni istesem. Filme kaynak arıyorsun diyelim ve önemli bir yapımcıyla aynı asansöre bindin!
Hikayemizin adı “Gerçek Bir Kadın”. Kanada’da sinema öğrencisi olan genç bir kadın, babaannesinin son arzusunu yerine getirmek için Diyarbakır’a doğru bir yolculuğa çıkıp halasını arıyor. Babaannesinin 30 yıldır görmediği halasını. Fakat bu yolculukta, halasının aslında uzun zaman önce öldürülmüş olduğunu, mezar taşının bile olmadığını, cinayeti için soruşturma açılmadığını öğreniyor. Genç bir kadının kabuğunu kırıp, katil zanlılarıyla onu yüzleştirecek tehlikeli ve polisiye unsurlar barındıran bir yolculuğa çıkmasının hikayesi.

Yine genç bir kadının birkaç kuşak evvelki bir başka kadın hikayesini devralması yani… Yolu açık olsun hikayenin.
Teşekkür ederim Özgür’cüğüm, özgün ve özgür soruların için!

 

Eylem Kaftan’ın çalışmalarını takip etmek için: @eylemkaftan, @kovanfilmofficial
Kovan filmini Netflix üzerinden izleyebilirsiniz.

* Selim Eyüboğlu, günümüzde Université Paris VIII Vincennes – Saint-Denis’de sinema dersleri vermeyi sürdürüyor.

Yorum yazın